Yazının ilk bölümü oyunculuk üzerine genel bir eleştiri niteliğinde. Eğer bu konudaki fikirlerimi değil de, direkt olarak Benim Adım Kırmızı üzerine olan bölümü merak ediyorsanız bölüm-2'den başlayabilirsiniz okumaya.
Bölüm-1
Çocukken, ne olmak istediğimiz sorulduğunda
“mühendis, doktor, öğretmen” demiş bir
jenerasyonuz biz. Bu cevapları tabi ki bu mesleklerin ne olduğunu tam olarak
bilmeden, daha çok bir icat etme ya da birilerinin hayatlarını etkileme
üzerinden verdiğimizi düşünüyorum. Mühendisleri her an ilginç makineler
üzerinde çalışan, buluşlar yapan; doktorları hayat kurtaran insanlar olarak
düşünüp onlar gibi olmak istedik –ya da bizi etkileyen öğretmenimiz gibi biz de başkalarını etkilemek istedik.
Şimdi bu benzer dürtünün, yetişkinlerde,
oyunculuk mesleği üzerinden varolduğunu düşünüyorum.
Bir çocuğun 2 yaşından 12 yaşına kadar yaptığı çizimler. ( Görseli Oğuz Arıcı'nın Tersten Perspektif üzerine hazırladığı sunum dosyasından aldım.) |
Burada hemen “ünlü olmak”la “oyuncu olmak” arasındaki farka bir değinmek isterim. Elbette ki her yaştan insan ünlü olmak ister, isteriz. Ünlü olmak, tarihte biz iz bırakmak gizliden gizliye –belki açıktan açığa,bilemiyorum- her insanın paylaştığı bir dürtüdür. Bu yüzden burada kullanacağım “oyunculuk “ kavramını daha çok tiyatro oyunculuğu üzerinden mesleki bir kavram olarak kullanacağım. Lafı uzatmayayım; bizden bahsedeceğim. Apartman bodrumlarında prova yapıp, 50 kişilik sahnelerde oyun oynayanlardan tut da, üniversitede oyunculuk eğitimi almış, devlet tiyatrosunda çalışan bizlere kadar.
Kimin iyi oyuncu olduğuna, ya da oyunculukta kimin
niyetinin ne olduğuna karar vermek, kimsenin elinde değil elbette. Mesele neden
bu kadar fazla oyuncu olduğu ya da neden bu kadar fazla tiyatro mekanı olduğu da
değil, bu niceliksel artışın bu değişimin, nitelikte nasıl bir değişiklik yarattığı.
Oyunlar kötüleşiyor demek istemiyorum... İyi oyunlar
var, kötü oyunlar var, bana göre olmayan oyunlar var, anlamadığım oyunlar var,
tam-olmamış oyunlar var vs. Ama oyunculuk
-ya da oyunculuk algısı diyelim- gitgide kötüleşiyor. Oyuncu, kendisini ve
oyunu, bir araştırma, kendini açma alanı; hakikâte belki bir an temas
edebileceği uçsuz bucaksız bir dünya olarak algılamaktan vazgeçiyor. Zanaat
olan kısmın öğretilmesi/ öğrenilmesi elbette daha kolay. Fakat sanatlı olan
kısım öğrenilecek/ öğretilecek bir kısım değil. Oraya sadece kendin
gidebilirsin. Bu yüzden David Mamet “Oyuncular
için Pratik Elkitabı”na yazdığı önsözde çoğu tiyatro hocasının “sahtekar”
olduğunu söyler. İster üniversitede eğitim almış olsun, ister”eskisinden”
aktarım almış olsun, oyunculuk öğrenilecek/ öğretilecek bir şey değildir.
Benim için oyunculuğun en önemli kısmı “hakikât”e
temas etme kısmı. Oğuz Arıcı’yla
yaptığımız derslerin bir tanesinde “romanda gerçeklik”in ne olup ne olmadığını
tartışırken böyle bir gündemimiz olmuştu. Romanı okurken okurla yazar arasında
yapılan bir gizli anlaşmadan bahsetmiştik. Okur, okuduklarının kurmaca olduğunu
bilir fakat buna inanmak ister. Yazar da, okurun, kurmaca olduğunu bildiği
şeylere inanmak isteğinin farkında olarak yazar. Okur da bunu bilir vs. Bu
kurmacaya inanma isteğinin nereden kaynaklandığını konuşurken şöyle bir noktayı
vurgulamıştık:
Gündelik
hayat, yani çalıştığımız, okuduğumuz yemek yediğimiz hayat, gerçek. Fakat bu
gerçeklik bizim için yeterli değil- en azından Anna Karanina’nın hayatına
kıyasla. Ama kurmaca olduğunu bildiğimiz halde Anna Karanina bize daha gerçek
geliyor. Çünkü orada hakikât’e temas ediyoruz ve bu temas ancak sanat
aracılığıyla mümkün oluyor. Peki o zaman neye gerçek neye kurmaca diyoruz?
Benim için oyunculuk işte
bu satırların arasında gizli biraz. Mutlaka seyirci karşısında olmama gerek de
yok- bazen tek başıma çalışırken de böyle ufak açılma anları ya da “giz”ler
yakalıyorum, kendi kendime gülümsüyorum.
Bölüm-2
Eğer yazının buraya kadarki kısmında “ben de
böyleyim” ya da “keyfimin kâhyası mısın?” diyorsanız bu eleştirim size değil tabi ki.
(Oyunculuk keyifle yapılan bir meslek olduğu sürece zaten itirazım yok.) Ama
Devlet Tiyatrosu’nda memur olmak için ya da her ay yeni bir oyun eskitmek için
oyunculuk mesleğini seçenleri anlayamıyorum. Bir çırpıda yapılan provalar ve
hemen ardından “halka sanat götürmek”
gibi komik amaçlarla çıkılan turneler sonucu, tiyatrodan en keyif alınan anlar oyun araları ya da turne otobüs yolculuklarında
yapılan sohbetlere dönüşüyor.
“Benim
Adım Kırmızı” romanı, -ta Osmanlıdan bu yana bizde görülen- batılı olma ile
doğulu olma arasındaki sıkışmışlığımız üzerine kurulu. Üstelik bu sıkışmışlığı,
nakkaşlık, hattatlık gibi doğuya ait bir resim sanatı üzerinden, yine doğuya
özgü bir meddah anlatısına yakın, fakat son tahlilde batılı bir yazım biçimi
olan romanla aktarıyor. İşte burada bize oyuncu olarak da bir alan açılıyor.
Bugün oyunculuk olarak bahsettiğimiz zanaat, batılı bir form. Doğu’nun “göze
gelme” ve “zuhûr etme”yle yaşadığı sıkıntı bizde halihazırda mevcut. Biz, yani
Türkiyeliler de göze gelmekten ve nazar değmesinden (göz değmesinden)
çekiniriz. Bütün bunları hiçe sayıp, “ar perdesi”ni yırtarak sahneye fırlamak
bizim için başlı başına bir konu. Bunun yanında Doğulu olan köklerimizle bir
barış yapmadığımız ve bir tür “baba” reddi sendromu yaşadığımız da aşikar.
Benim adım Kırmızı’da da, bu sıkıntının açımlandığı bir alan yaratılmış. 17.yy'da “Frenk Resmi” ile “Osmanlı nakşı” arasında yaşanan bu gerilimli dönem, bizim
için 21.yy'da baki.
Bir oyuncu olarak, batılı oyunculuk formuna
sıkışmadan -mesela ilizyonist olmayan, gerçekçi olmayan- bir anlatıcı tekniği
araştırmak/oluşturmak için verimli bir alan bulduk romanda. Bu alanı, Florenski’nin Tersten Perspektif kitabında
bahsedilen, perspektif ve tersten-perspektif arasındaki çatışmadan
yararlanarak ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Şimdi işin alengirli yerine geldik: Oyuncu,
sahnede bir meddahı oynuyor; meddah ise perdeye çizdiği bir diğer figürü
–şeytanı, parayı, ağacı vs. Burada oyuncunun hangi an meddah, hangi an figür
olduğu, ne kadarını taklit edeceği (mimetik anlamda) ve ne kadarını sadece
aktaracağı arasındaki ince çizgilier bu araştırmanın temelini oluşturuyor.
Bu ince çizgiler, mantıkla (logos) belirlenebilecek çizgiler değil, gibi geliyor bana. “Şimdi
meddahım” ya da “Ben şeytanım” desem dahi, mesele kendimi tanıtma şeklimde
değil, tam olarak oyunla kurduğum ilişkide yatıyor. Bu ilişkinin biçimi, ise
zamanla kendini ele verecek gibi duruyor. Bu yüzden 3 aydan uzun bir süredir
devam eden provalar, 3 ay daha devam edecek gibi görünüyor. Tersten-perspektif
kuramının, perespektife yaklaşımını; Batılı olan oyunculuk biçimine
uygulayarak, yeni bir “aktarım biçimi” yakalamaya çalışıyoruz.
Bilemiyorum... Belki de sadece babamızla barışmaya
çalışıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder